2 Ocak 2016 Cumartesi

Perikles – Cenaze Konuşması

Yunanca adıyla xenophopia veya halk arasındaki adıyla yabancı korkusu ve düşmanlığı kadimden beri insanlığın en amansız hastalığı olmuş. İnsanın kendine benzeyenle yaşamak istemesinde tabi ki çok büyük bir sorun yok ama kendine benzemeyene düşmanlık göstermesi bir tercihin ötesinde büyük ve ciddi bir problem. Aşağıda alıntıladığım konuşma Yunanlı devlet adamı ve komutan Perikles'e ait. Bugün ülkelerinin sınırlarını kendilerinden olmayanlara kapamak isteyen milliyetçi politikacıları dinlerken siz de benim gibi üzüntü duyuyorsanız bu satırlar size de iyi gelebilir.
Perikles Büst / Vatikan Müzesi

Cenaze konuşması Atina'da her yıl savaşta ölen askerleri anmak için yapılan geleneksel bir konuşmadır ve Perikles bu yazıya konu olan meşhur Cenaze Konuşması'nı ise MÖ. 432 yılında yapar. Pers ve Peleponez savaşları arasında kalan, milattan önce beşinci yüzyılda Antik Yunan'ın "altın çağı" diye isimlendirilen dönemde Atina'yı yöneten Perikles’in meşhur “cenaze konuşması” bundan binlerce yıl önce yapılmış olmasına rağmen bugünün insanlarına bir ders niteliğindedir.
Zamanının en büyük ve zengin şehir devleti Atina tarihte ilk defa kurduğu demokrasi ile tüm yurttaşlarına yönetime katılma hakkı verir. Şehrin nüfusunun yarısına yakınını şehre ticaret için Akdeniz'in dört bir tarafından gelen “yabancılar” oluşturur. Perikles bu konuşmayı Spartalılarla süregelen Peloponez Savaşının birinci yılının sonunda Atina halkına moral vermek için yapar. Yıllar sürecek savaşın sonunda çocuklarını ağır bir endoktrinasyon ile asker olarak yetiştiren, yabancıları tehdit gören, savaş makinesi Sparta savaşı kazanacak ve Atina’nın kurduğu medeniyet kesintiye uğrayacaktır ama Perikles’in bu konuşması binlerce yıl sonrasına miras kalacaktır. Kapılarını yabancılara korkusuzca açan, farklı yaşam tarzlarını istekle kabullenen, komşusunu farklı diye yargılamayan ve hatta bunun utanılacak bir davranış olduğunu söyleyen, güzel şehirler inşa eden, evlerini süsleyen ve şenliklerde hep beraber eğlenen Atinalıları gururla anlatan Perikles’in bu konuşmasını bugün maalesef çok az sayıda devlet başkanı yapabilir.
Buyrun bu kısa konuşmayı daha fazla yoruma gerek olmadan kendiniz okuyun, okurken de aşağıdaki satırların İngiltere'de Magna Carta’dan 1600 ve ABD'de Özgürlük Bildirgesinden 2200 yıl önce yazıldığını unutmayın.

Perikles, Cenaze Konuşması:
Atalarımızdan bahsederek başlayacağım, çünkü onları bu vesileyle yad etmek, yaptıklarını hatırlayarak anmak en doğru olanı. Bize ait olan bu topraklarda kuşaklardır aynı insanlar yaşamış, bu toprakları, bu özgür ülkeyi bize, işte bu erdem ve cesaret sahibi insanlar bırakmıştır. Onlarla ne kadar övünsek azdır. Babalarımız daha da fazlasını hak ediyor, çünkü atalarından devraldıkları mirasa, bugün sahibi olduğumuz imparatorluğu da kattılar. Bu, alın teri ve kan dökerek oldu. Bugün burada toplanan ve çoğu gençliğinin baharında bizler, her bakımdan imparatorluğumuzun gücüne güç kattık ve öyle bir devlet düzeni kurduk ki, barışta da savaşta da kendini en mükemmel biçimde gözetebilmekte.
Hepinizin bildiği konularda uzun uzun konuşmak istemiyorum: Bu bakımdan, bu güce erişmek için verdiğimiz mücadeleden ya da babalarımızın ve bizim iç (Yunan) ve dış düşmanlara karşı nasıl kahramanca savaştığımızdan bahsetmeyeceğim. Her şeyden önce, zorlu sınavları nasıl bir ruhla göğüslediğimiz ve tabii, bizi biz (büyük) yapan anayasamız ile yaşam tarzımız üstünde durmak istiyorum. Ondan sonra ölülerimizi yad edeceğim, çünkü bunu yapmamın bu ortama uygun olacağına ve yurttaşlar ile yabancılardan oluşan bu topluluğun, böyle bir konuşmadan istifade edeceğine inanıyorum.
Perikles Cenaze Konuşması (Perikles hält die Leichenrede) / Philipp Foltz / 1852

Şunu belirtmeliyim ki, bizim yönetim sistemimiz komşularımızın yönetim sistemlerinin (kurumlarının) bir kopyası değil; daha ziyade, onlar için bir modeldir. Devlet düzenimize (anayasamıza) demokrasi denilir, çünkü güç küçük bir azınlığın değil halkın elindedir. Yurttaşlarımız arasında anlaşmazlıkların söz konusu olduğu durumlarda, herkes yasalar karşısında eşittir; kamu görevini kimin üstleneceğinin söz konusu olduğu durumlarda belirleyici olan kişinin hangi sınıfa mensup olduğu değil, kimin işin hakkını verebileceğidir. İçinde devlete hizmet etme arzusu olduğu sürece, kimse fakir diye siyasetten dışlanamaz. Tıpkı siyasal yaşamımız gibi, günlük yaşamımız, birbirimizle ilişkilerimiz de hür ve açıktır. Kendi istediği gibi yaşayan komşumuzla tartışmaz (kavga etmez), ona kötü gözle bakmayız bile, çünkü ona kötü gözle bakmak, zarar vermese bile incitir. Özel yaşantımız özgür ve hoşgörülüdür; ama kamu yaşamında yasaya saygılıyız, çünkü kamu yaşamı saygı gerektirir.
Yetkili bir makama oturttuğumuz insanlara itaat eder, yasalara uyarız; özellikle de ezilenlerin korunmasıyla ilgili olanlara ve uymamanın utanç teşkil edeceği yazılı olmayan yasalara uyarız.
Bir husus daha var: İşimiz bitince hoşça vakit geçirecek, keyif yapacak durumdayız. Her yıl ve yıl boyunca düzenli olarak yapılan türlü türlü yarışma ve tören var; evlerimiz güzel ve zevkli, bu durum bize her gün sevinç veriyor ve dertlerimizi defediyor. Şehrimizin büyüklüğü sayesinde bize dünyanın her yerinden ürün yağıyor, öyle ki yabancı ürünlerin varlığını, yerel ürünlerin varlığı kadar olağan karşılıyor, keyfini çıkarıyoruz.
Askeri güvenliğe bakış açımız itibariyle rakiplerimizle aramızda büyük fark var. İşte bazı örnekler: Şehrimiz tüm dünyaya açık; insanlar bizi gözetleyecek veya askeri konularda düşmanlarımız için avantaj teşkil edebilecek sırlarımızı öğrenecekler diye dönemsel sürgünlere başvurmuyoruz. Çünkü güvendiğimiz şey gizli silahlarımız değil, kendi cesaret ve sadakatimiz. Eğitim sistemlerimiz arasında da fark var. Spartalı erkekler, en küçük yaştan itibaren, zorlu bir cesaret eğitimine tabi tutuluyor; bizler böylesi sınırlayıcı koşullar atında yaşamıyoruz ama tehlikeyle yüzleşmeye en az onlar kadar hazırız. İşte ispatı: Spartalılar topraklarımızı işgale tek başına değil, tüm müttefikleriyle birlikte geliyorlar; oysa biz dış saldırılarımızı kendimiz yapıyor, kendi evinin, kendi ocağının savunmasını yapan düşmanı, kendi toprağında yenmekten geri kalmıyoruz. Aslında, düşmanlarımızdan hiçbiri bizim gerçek (tam) gücümüzle daha karşılaşmadı, çünkü dikkatimiz donanmamız ile seferde olan çok sayıda kara birliklerimiz arasında bölünmek zorunda. Düşman bu güçlerden birini yenilgiye uğratınca, bütün orduyu yenilgiye uğrattığını sanıp kendisiyle övünüyor; yenik düştüğünde ise bütün ordu karşısında yenik düştüğünü iddia ediyor. Bence, tehlikeyi zorlu askeri eğitim sürecinden geçerek değil, gönüllü olarak, rahat bir kafayla, devletin telkin ettiği değil, doğal bir cesaretle göğüslüyor olmamızın bazı avantajları var. Gelecekteki acıları şimdiden göğüsleme talimi yaparak zaman kaybetmemiz gerekmez; bunlar gerçekleştikleri zaman kendimizi gösterir, en az sürekli talim yapan diğerleri kadar cesur olduğumuzu ortaya koyarız. Bence şehrimiz bu bakımdan da övgüyü hak eder. Başka nedenler de var:
Güzel olana düşkünlüğümüz savurganlığa yol açmıyor; zihne dair olana düşkünlüğümüz, bizi yumuşatmıyor. Bizler için zenginlik övünülecek değil, kullanılacak/yararlanılacak bir şey. Fakirliğe gelince, bunun ikrarından kimse utanmasın: Utanç duyulması gereken fakirlikten kurtulmak için gereken tedbirleri almamaktır. Buradaki herkes sadece kendi işiyle değil, devlet işleriyle de ilgilenmekte; daha çok kendi işleriyle meşgul olanlar bile genel politikalar hakkında bilgi sahibi ve bu bize has bir özellik. Kendi işiyle meşgul olan insan siyasetle ilgilenmez demeyiz; böyle birinin burada işi olmaz deriz. Biz Atinalılar, her birimiz, siyasi kararlarımızı kendimiz verir veya tartışmaya açarız: Çünkü söylenen söz ile eylem arasında uyumsuzluk olduğuna inanmayız. En kötüsü muhtemel sonuçları iyice tartışılmadan, düşüncesizce girişilen eylemdir: Ve bu bizi diğer insanlardan/halklardan ayıran bir başka özelliktir. Önceden tartarak risk almaya da muktediriz. Diğerlerininki cahil cesareti; durup düşünmeye başladıkları zaman korkuya kapılıyorlar. Cesaret sahibi olan insan, kaderi, hayatta neyin tatlı neyin korkunç olduğunu iyi bilerek, azimle göğüsleyen insandır.
Yine, genel olarak iyi niyet sahibi olma (geçimlilik, uysallık) itibariyle de diğer insanların/halkların çoğundan farklıyız. İyilik yaparak dostluk bağları kurarız, iyiliği başkalarından bekleyerek değil. Bu dostluklarımızı güvenilir kılar, çünkü bize minnet borçlu olanların minnet duygusunu, iyi niyetimizi sürdürerek canlı tutmak isteriz; tersi durum benzer coşkudan mahrumdur, çünkü minnetin karşılığını içinden gelerek değil, borç öder gibi verecektir. Bu tutumumuz itibariyle eşsiziz. Yaptığımız iyilikte kâr zarar hesabı yoktur: Hiç beklentisiz, elimiz açık olduğu için iyilik yaparız. Bütün bunlara bakarak, şehrimizin Yunanistan için bir eğitim merkezi olduğunu ilan ediyorum; ve ilan ediyorum ki, bence, her bir yurttaşımız kendi kendinin gerçek/haklı sahibi ve efendisi olduğunu gösterebilecek ve dahası, bunu olağanüstü bir zarafet ve beceriyle yapacaktır. Bunun, bugünkü toplantı vesilesiyle yapılan boş bir övünme değil, elle tutulur bir gerçek olduğunu anlamak için tek yapmanız gereken, şehrimizin sahip olduğu gücü sözünü ettiğim niteliklerimiz sayesinde kazandığımızı hatırlamaktır. Bildiğimiz bütün devletlerin arasında Atina’nın, tek başına Atina’nın sanılanın ötesindeki büyüklüğünü kanıtlama zamanıdır. İşgale girişen düşman, sadece O’na yenik düşmekten utanç duymaz ve O’nun hiçbir yurttaşı sorumluluğunu yerine getiremeyen insanlar tarafından yönetiliyorum diye şikâyet etmez. Terk ettiğimiz imparatorluğumuzun bıraktığı izler ve eserler büyük ve güçlüdür. Tıpkı bu çağda olduğu gibi, gelecek çağlarda da bize hayran olacaklar. Homer’in veya bir başkasının şu an için bize sevinç veren övgü dolu sözlerine ihtiyacımız yok, çünkü bu sözler, gerçeği yansıtmaya asla yetmeyecek. Maceracı ruhumuz her denize, her diyara açıldı: Her yerde dostlarımıza yaptığımız iyiliklerin veya düşmanlarımıza çektirdiğimiz acıların ölümsüz anıtlarını bıraktık.
İşte, askerlerimizin, onu kaybetme düşüncesine bile dayanamayıp uğruna kahramanca savaşarak, mertçe canlarını verdikleri şehir budur. Sağ kalan bizlerin, her birimizin, onun hizmetinde her türlü zorluğa katlanmaya razı olmamız tabiidir. Şehrimiz hakkında bu kadar uzun konuştumsa, nedeni budur. Kaybedeceklerimizin, bizim avantajlarımıza sahip olmayanların kayıplarından çok daha fazla olduğuna açıklık getirmesine ve ölülerimizi yadeden övgü dolu sözlerimin buna parlak günışığında tanıklık etmesini istedim. Söylenecek en önemli şeyler söylendi artık. Şehrimize methiyeler düzdüm, ama O’nu harika bir yer yapan askerlerimizin cesareti ve kahramanlığı ve onlara benzeyen yurttaşlarıydı. Söylenecek hiçbir söz yaptıklarının (başarı ve kahramanlık) hakkını veremez ve bu gerçek, hiçbir Yunanlı için, Atinalılar için olduğu kadar geçerli değildir.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Ravenna San Vitale Bazilikası

Ravenna San Vitale Bazilikası temelinde görselsiz/ikonasız olarak doğan Hristiyanlık dininin, geç dönem antik çağ sanatı ve roma mozaikleriyle birleşerek klasik orta çağ Hristiyan sanatını ve ikonografisini oluşturduğu noktadır. Bazilikanın mozaikleri için ne erken dönem Hristiyanlık sanatı ne de geç dönem antik roma sanatı demek tam olarak doğru olmaz. Duvarlarındaki 1500 yaşındaki mozaikleri bir geçişi simgeler. Bu mozaikleri yapan, adını bilmediğimiz sanatçıların ellerinde Eski ve Yeni Ahit'in sonrasında bin yıl boyunca göreceğimiz hikayeleri burada, Ravenna'da şekil bulmaya başlar.  Pagan Antik Çağ Sanatının çiçekleri, ağaçları ve kuşları arasında togaları ile beliren Hristiyan Kilise Babaları Ravenna halkına "Göğün" yeni hükümdarı İsa'yı anlatırken, Roma'nın eski pagan zamanlarında çıplak resmedilen yarı tanrı yarı insan imparatorları gibi ama bu sefer mor elbiseler içinde ve başında hare ile görünen İmparator Justinianos ise kendisinin "Yeryüzünün" yeni hükümdarı olduğunu söyler.


Ravenna Floransa'dan arabayla üç saatte gidebileceğiniz, İtalya'nın kuzey doğusunda küçük bir liman kentidir. 5. ve 7. yüzyıllar arasında, önce Batı Roma İmparatorluğu'na sonrasında ise Bizans'ın İtalya Vilayeti'ne kısa bir süre de olsa başkentlik yapar. Sonrasında yüzyıllar boyunca insanları kendisine çekecek olan şaheserini, San Vitale Bazilikası ve görenleri hayretler içinde bırakan o güzel mozaiklerine de işte bu esnada sahip olur.

İsmini Aziz Vitalis'den alan San Vitale Bazilikasının yapımına 526 yılında Ravenna Ostrogotların kontrolü altındayken başlanır. Bazilikanın finansmanını Yunanlı zengin banker Julius Argentarius yapar. Sekizgen bir plan üzerine kurulu olan bazilikanın önemli özelliklerinden biri de bugün artık arkasında hiçbir iz bırakmadan yok olmuş olan, İstanbul'da Bizans'ın Büyük Saray'ının en göz kamaştırıcı kısmı olan taht odası ve kabul kısmı, Hrisotriklinos bölümünün bir benzeri olmasıdır. Eğer bugün Hrisotriklinos korunmuş olarak günümüze ulaşmış olsaydı, bugünkü Topkapı Sarayı'nın yerinde olacaktı ve içinin mozaikleri San Vitale ile aynı stilde ama başkent Konstantinopolis'teki Büyük Saray'ın taht odası olması sebebiyle muhtemelen çok daha güzel ve gösterişli olacaktı.

Aryan Vaftizhanesi duvar mozaiği / İsa 
çıplak bir şekilde ırmağın içinde vaftiz 
edilirken sağ yanında pagan ırmak 
tanrısı Okeanus vardır
Bazilikanın günümüze kalan mozaikler ile bezeli kısmı sağ tarafındaki apsis ve sunak kısımlarıdır. Mozaikler yazının başında da söylediğim gibi pagan özellikler de içerir. Hatta bu bağlamda yine Ravenna'da dünyada eşini çok az görebileceğiniz bir Pagan Hristiyan Sanatı melezini bulabilirsiniz; San Vitale ile aynı dönemde inşa edilmiş, yaklaşık 500 metre ötede bulunan Aryan Vaftizhanesi'nin kubbesinde İsa'nın vaftiz edilmesi konulu mozaikte İsa ırmağın içinde çıplak olarak resmedilirken bir yanında Vaftizci Yahya bir yanında ise pagan ırmak tanrısı Okeanus vardır. Böylesi bir Pagan-Hristiyan sanatının beraberliğini sonrasında Orta Çağ'da bir daha görmeyiz. Pagan geçmiş bir sapkınlık olarak takip eden yüzyıllarda lanetlenecek ve izleri Hristiyan ikonografisinden giderek silinecektir. Biz tekrar bazilikamıza, San Vitale'ye  dönecek olursak, duvarlarında ki mozaiklerde Ortodoks kiliselerinde adet olduğu üzere birçok tavus kuşu görebilirsiniz. Eski ve Yeni Ahit'ten Abil ve Kabil, İshak ve İbrahim peygamberler gibi çok bilinen bir çok hikayenin yanı sıra, sağ tarafta sunağın ilk kısmında ki kemerin üstünde tüm insanlığı temsilen iki İbrahimi dinin şehirleri resmedilir; Yahudileri temsilen Kudüs ve karşı tarafında ise yeni Hristiyanları temsilen Beytüllahim vardır. İsrailliler ve 12 kavimi temsilen 12 erkek mozaiği ve bu mozaiğin hemen yanında bulunan Musa peygamber ile verilmek istenen mesaj açıktır: meşhur 10 emri ile ve tabletleri ile yasa koyucu olan Musa'nın artık yeni yasa koyucu Roma imparatorları tarafından ikame edildiği, tüm halkların (Hristiyan ve Musevi) Roma'nın idaresi altında yaşadığıdır. 

Bazilikayı bu denli şöhrete kavuşturan İmparator Justinianos ve eşi Teodora'nın mozaikleri Bazilikanın sunak kısmında bulunur. İnsan yüzlerine bakarken İtalya'da mozaikleri 1500 yıldır bu duvarlarda duran ikilinin kendisi gibi aslında İstanbullu olduğunu düşününce ürperiyor. Sadece Bizans değil aynı zamanda Roma tarihinin de bence en ilginç çifti ile ilgili bilgileri daha önce yazdığım yazılardan bulabilirsiniz.
 
Ortada mor imparatorluk kıyafeti içinde İmparator Justinianos
sağ yanında baş komutan Belisarius ve askerler sol yanında ise sırayla
banker Argentarius, piskopos Maksimianus ve din adamları
Justinianos ve Belisarius ikilisi beraberce imparatorluk topraklarını büyük bir hızla büyütürler, eski günlerdeki gibi tüm İtalya'yı ve neredeyse tüm Kuzey Afrika'yı alırlar. Roma son kez bu ikili ile neredeyse tüm Akdeniz çevresini tekrar kontrolü altına alır (Bu arada, Romalılar yüzyıllar boyunca tüm Akdeniz çevresini kontrol ettikleri için Akdeniz'e "Mare Nostrum" derlermiş yani birebir çevirisi ile "Bizim Deniz"). Her ne kadar son yıllarında Justinianos fazlaca güçlendiğine kanaat getirdiği Belisarius'u yolsuzluk suçlamasıyla yargılatıp birkaç yıl hapse attırsa da sonrasında itibarını iade edip sarayında yer verecektir. Justinianos ve Teodora bugün ki Fatih Cami'nin altında gömülüyken, Belisarius ve Antonina'nın mezarları Kadıköy'dedir.

Ortada İmparatoriçe Teodora, sağ yanında muhafızları, sol
yanında Antonina ve nedimeler

Sunak kısmının sağ taraftaki kolonları üzerinde, sağ tarafında askerler ve sol tarafında din adamları ile Justinianos, tam karşısında ise  nedimeleri ile Teodora resmedilmiştir. Justinianos 'un sağ yanında baş komutan Belisarius ve sol yanında ise Ravenna'nın en yüksek dereceli din adamı, piskopos Maksimianus vardır. Maksimianus ve Justinianos'un arasında ama iyice arkalarında ise bazilikanın finansörü banker Julius Argentarius vardır, resme parasıyla giren Argentarius resimde de matrak bir şekilde biraz mahçup, adeta biraz da emanet durmaktadır.  Tam karşısında Teodora'nın yanında ise Belisarius'un eşi Antonina yer alır. Bu muhteşem güzellikteki mozaikler sayesinde Justinianos, Teodora, Belisarius ve Antonina'nın yüzlerinin neye benzediğini bugün bilebiliyoruz. İnsanların ayaklarının havada adeta birbirinin üzerine basıyormuşcasına durması Bizans mozaiklerinin benim en matrak bulduğum yanıdır, aynı havada uçan ayakları İstanbul Kariye Kilisesinin duvarlarında da görebilirsiniz.

Click here for English

18 Mart 2015 Çarşamba

John Locke ve Liberalizm

"Hükümet Üzerine İkinci Risale"yi elime ilk aldığımda boyutundan mütevellit hayal kırıklığına uğramıştım; yaklaşık 100 sayfalık bu küçücük kitap mıymış demiştim tarihin akışını değiştiren. Belli ki insan bu kadar önemli bir kitabın ister istemez daha bir heybetli olmasını bekliyor. Üstelik aynı küçücük kitap okuduktan sonra benim de üzerimde hakkında yazılar yazacak kadar büyük bir etki yarattı. Bugün bu dünyada adının önüne 'liberal' yani "özgürlükçü" sıfatını eklediğimiz ne veya kim varsa (demek ki buna ben de dahilim), parlementer demokrasi ve sivil haklar ile ilgili bildiğimiz neredeyse her şey John Locke'un bu küçücük kitabıyla başlar.

Locke bize bugün bildiğimiz anlamdaki modern devleti verir, Niccolo Machiavelli ve Thomas Hobbes'un açtığı seküler yoldan devam eder ama onların hayal bile edemeyeceği yeni bir noktaya taşır Aydınlanma'yı. Tüm Avrupa'nın tanrısal yetkilerle donandıklarını iddia eden mutlak monarşiler ile yönetildiği bir esnada, doğal hukuk açıklamasıyla başlayan tezi, tüm insanların eşit olduğu ve herkesin üç temel ve elinden alınamaz hakka, yani "yaşam, özgürlük ve mülkiyet" hakkına sahip olduğu iddiası ile devam eder. Sonrasında bu üç öğeyi Thomas Jefferson Özgürlük Bildirgesi'ne yerleştirecek ve Locke'u ABD'nin fahri kurucu babalarından biri yapacaktır.


Locke 1632 yılında Bristol, İngiltere'de püriten bir aileye doğar, babası İngiliz İç Savaşı'nda Parlemento tarafında savaşmış bir avukattır. Locke Oxford'da skolastik felsefe okumaya başlar ama konuyu çok sevmez, Rene Descartes gibi çağının filozofları ve deneysel felsefe çok daha ilginç gelir, bir süre sonra bu merakı onu tıbba itecektir. Danışmanı ve aynı zamanda kişisel doktoru olduğu Lord Shaftsbury'nin Kral II. Charles'ın öldürülmesi amacıyla planlanan "Rye House Komplosu"na dahil olduğu iddiasıyla tutuklanıp yargılanmaya başlaması üzerine kendi hayatının da tehlikede olduğunu düşünen Locke 1683 yılında Hollanda'ya kaçar ve 1688 yılında William'ın tahta geçtiği Muhteşem Devrim ("Glorious Revolution") gerçekleşene kadar kalır. Hükümet Üzerine İki Risale'yi 1689 yılında isimsiz olarak yayınlar. Kitap ilk önceleri büyük bir ilgi görmez, gerçekten anlaşılması ve etkisinin ortaya çıkması için yaklaşık yarım yüzyıl geçmesi gerekecektir. 

Hükümet Üzerine İkinci Risale'yi konuşmadan önce Hükümet Üzerine Birinci Risale'den başlamak daha doğru olacaktır. Locke bu kitabı Sör Robert Filmer'ın "Patriarcha; Kralların Doğal Hakları" kitabına cevaben yazar; kitap kısaca Patriarcha'nın karşı tezidir. Birinci Charles tarafından şövalye ilan edilip, büyük bir servet ile ödüllendirilen Filmer deyim yerindeyse kraldan daha çok kralcıdır. Kralların tanrı tarafından hüküm sürme hakkı verilen Davut'un soyundan geldikleri ve bu nedenle tebaları üzerinde sorgulanamaz ve ilahi bir hüküm sürme hakkına sahip olduklarını savunur. Locke'un Birinci Risale'si Patriarcha'da ki tezlerin bir eleştirisidir,  bütün kitap boyunca Locke Filmer'ın tezini en başta kimin Davut'un soyundan geldiğini bilemeyeceğimiz gerçeği ile başlayarak yanıtlar. Birinci Risale'de neyin olmaması gerektiğini anlatan Locke asıl kendisini tarihe geçirecek olan çıkışı İkinci Risale ile yapar ve mutlak monarşi'nin yerine ne olması gerektiğini çok kısa ve yalın bir dille anlatır. İkinci Risale aşağıdaki ana başlıklarla özetlenebilir.

Doğal Hukuk Tezi , Hobbesçu ve Lockeçu yaklaşım:
İkinci Risale "Doğal Hukuk" tezi ile başlar. Doğal Hukuk insanların devletler olmadan önce, ilkel dünyadaki yaşamları üzerine varsayımdır. Doğal yaşamda ilkel insan kendisine ya da mal varlığına zarar veren diğer insanları kendisi cezalandırmak hakkına sahiptir. Devlet kavramı doğal hukuk içerisindeki ilkel insanın "kendi cezalandırmak" ile ilgili hakkını sosyal bir anlaşma çerçevesinde devlete devretmesidir. Bu konu Locke'dan hemen önce Hobbes tarafından ele alınır ve bu noktaya kadar her ikisi de devletten önceki doğal yaşam hakkında ve vatandaşın "kendi cezalandırma hakkını" devlete devretmesi ile alakalı aynı fikirdeyken en temel konuda ayrılırlar. Hobbes doğal hukukun geçerli olduğu devlet öncesi yaşamı Leviathan'da "kısa, sıkıntılı ve şiddet dolu" olarak tanımlar, Hobbes'a göre devlet düzeni kurulmadan önce insanlar tam bir savaş halindedir.  Devlet ancak mutlak monarşi ve otoriter bir liderin demir yumruğuyla serbest kaldıklarında hiç durmadan birbiriyle savaşan bu vahşi insanları yönetebilir. Locke ise devlet öncesi ilkel yaşamı "barışçıl ve huzurlu" olarak tanımlar, yani insanlar doğal yaşam içinde sadece kendilerine saldırı olduğunda geri saldırırlar, buna mukabil ekseriyetle barışçıl bir hayat sürerler. Mutlak monarşiyi savunan Hobbesçu felsefe ve özgürlükçülüğü savunan Lockeçu felsefe en temelde bu noktada birbirlerinden ayrılırlar. Aradan geçen 300 yıla rağmen tam olarak bu fark, yani insanları özgür bırakırsak savaş ve kaos olur veya düzen ve barış olur varsayımı bugün tüm dünyada ki muhafazakar ve özgürlükçü rejimlerin temelini oluşturur. Bugün hala Amerika Birleşik Devletleri'nde Cumhuriyetçiler en temelde Hobbesçu bir felsefe ile muhafazar bir tutum içindeyken, Demokratlar da Lockeçu bir tutumla özgürlükçüdür. Hatta bu temel felsefi ayrım yani doğal hukuk doktirini, Hobbes ve Locke'un aldığı karşıt pozisyonlar bugün sadece ABD değil tüm dünyadaki muhafazakar ve özgürlükçü rejimlerin ve partilerin politikalarının arkasında ki ana düşünceyi oluşturur.

Hükümetin meşruluğu:
Locke İkinci Risale'de bir hükümetin sadece ve sadece hükmedilenin rızası varsa meşru olduğunu söyler, hükümetler vatandaşlarının özgürlüklerini korumak için vardır. Bu bize şu an son derece doğal gelebilir ama bu cümlenin kurulduğu yıla bakarsak olayın önemini anlarız; kim bilir "l'etat c'est moi" ("devlet benim") diyen Fransa Kralı XIV. Louis John Lock'un bu tezini duyunca ne düşündü ya da İngiliz Kralı II. Charles iktidarının halkının rızasına bağlı olduğunu okuyunca ne çok sinirlenmiştir acaba. Bu 17. yüzyıl için söylenebilecek en tehlikeli ve en devrimci cümlelerden biriydi. 

Temel ve vazgeçilemez üç hak: yaşam, özgürlük ve mülkiyet:
Locke doğal hukuk tezine tüm insanların eşit olduğu ve 3 temel ve vazgeçilemez hakka sahip olduğu savı ile devam eder. Yaşam, özgürlük ve mülkiyet ("life, liberty and property") hakkı. Sonrasında Thomas Jefferson bu 3 temel hakkı "yaşam, özgürlük ve mutluluğun peşinden gitmek hakkı " ("Life, liberty and persuit of happiness") olarak ABD anayasasına yerleştirecektir. Mülkiyeti en temel insan haklarından biri sayması bağlamında bakarsak, İkinci Risale için belki de "Kapitalist Manifesto" da diyebiliriz. Ortaçağ boyunca Kilise'nin gayri ahlaki bulduğu "mal varlığı ve ticaret"in artık ahlaki adledilmesi, ticaret yapan orta sınıfın ortaya çıkışı, 17. yy'da Locke'un mülkiyeti ve mülkiyet biriktirme (tasarruf ve kapital yaratımı) hakkını en temel insan hakkı olarak meşrulaştırması 18. yy'da Adam Smith'in üzerine Wealth of Nations'ı yani modern ekonominin başlangıç tezlerini kuracağı temeli sağlar. Locke "Tanrı yeryüzünü çalışan ve mantıklı olan insana bahşetmiştir" der. Tüm bunlar Locke'u liberalizmin babası olarak tarihe geçirecek, ileride liberteryen görüşün de temelini oluşturacak olan "Gece Bekçisi Devlet"e ("Night Watchman State") giden yoldaki ilk adımları atacaktır; devlet sadece vatandaşların özgürlüklerini, yaşamlarını ve mallarını korumak için vardır, bundan başka hiçbir görevi olmadığı gibi hiçbir yetkisi de yoktur, en iyi devlet en küçük olanıdır.

Franklin, Adams ve Jefferson  Özgürlük Bildirgesi Üzerinde Çalışırken
(Jean Leon Ferri, 1900)
Risale'nin eleştirisi:
Kişisel olarak benim İkinci Risale ile ilgili en büyük sıkıntım, bütün kitap boyunca Locke'un herşeyi vahiy ile  açıklama çabası oldu. Oxford'da geçirdiği yıllarda Locke için sessizlik abidesi denirmiş, en yakın dostları bile Locke'un siyasetle ilgili ne düşündüğünü bilmezmiş. Gayet mantıklı, bedelini hayatınızla ödeyebileceğiniz son derece keskin ve ilerici fikirleriniz varsa bunları kendinize saklamak isteyebilirsiniz. Kaldı ki Locke isimsiz de olsa yine de aklındakileri yazdı. Hoş Locke'u okurken garip bir hisse kapılırsınız, Locke bir sayfa önce söylediğini bir sonraki sayfada vahiyle destekleyeyim derken bazen elinizden alıp götürmek zorunda kalabilir.
Gelelim içerik ile ilgili en önemli eleştirilere, ilk eleştiri tabiki Locke'un sadece kendisinin de ait olduğu mal sahibi orta sınıfın haklarını savunmasıdır. Hatta belki de Locke ile ilgili okurunda en büyük hayal kırıklığı yaratacak nokta kitabının içeriğinden öte özel  yaşamı ile ilgilidir: Locke bütün bu özgürlükçü satırları yazarken Afrika'dan Amerika'ya köle ticareti yapan bir şirketin ortağıdır (Şu an yaptığım şeye tam olarak "Ad Hominem" deniyor ve aslında yapılmaması gerekiyor... neyse). Üzerinde tartışılması gereken bir başka nokta da Locke ve mülkiyete verdiği aşırı önemdir, bugün sıradan ABD vatandaşının sahip olduğu değerler üzerinde ve hatta hala süregelen ABD kanunları üzerinde Locke'un ve anayasanın en başına koyduğu mülkiyetin önemini görebilirsiniz.

Yazının başında bahsettiğim üzere Locke tüm insanların eşit olduğu, herkesin yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkı olduğunu, hükümetlerin görevinin vatandaşlarının bu üç hakkını korumak olduğunu tarihte ilk defa en açık şekliyle yazıya döken kişidir. Sadece bu bile O'nun tüm dünya tarihini değiştirmesine yetecektir  ama Locke bununla kalmaz, tezine meşru bir hükümetin ancak hükmedilenlerin rızası ile oluşacağını ve eğer vatandaşların hükümdarın yetkilerini kötüye kullandığına kanaat getirirlerse isyan edebileceklerini de söyledikten sonra son noktayı bir de güçler ayrılığından tarihte ilk defa bahsederek koyar (genel kanının aksine bunu Montesquieu'den önce yapar). Artık ok yaydan bir defa çıkmış, aydınlamanın siyaset felsefesi ile ilgili kısmının temellerini Locke hazırlamıştır, ilerleyen yüzyıllarda Fransız ve Amerikan devrimleri gerçekleşecek, 1787 yılında Amerikan Anayasası temeline Locke'un ilkelerini alarak hazırlanacak, Avrupa'da mutlak monarşiler birer birer yıkılırken yerlerine temellerinde yine Locke'un özgürlük ile ilgili prensipleri olan önce anayasal monarşiler sonrasında ise parlementer demokrasi ile yönetilen devletler kurulacaktır.

Click here for English

10 Ekim 2014 Cuma

Siyaset Felsefesi ve Özgürlükler Üzerine

Keşke siyaset ile ilgili tartışmaları, ki herhalde tartışmaların büyük çoğunluğunu oluşturur, “bu konuda ben haklıyım çünkü Sokrat böyle diyor" veya "doğru olan şudur çünkü Marx böyle yazmış" diye çözümleyebilseydik. Ama yapamıyoruz. İyi ki de yapamıyoruz. Başlangıç noktasını Platon'un Devlet'i olarak alacak olursak, en doğru yönetimin hangisi olduğu, neyin bir hükümeti meşru kılacağı, yasaları kimin yapacağı ve belki de en önemlisi çocukları kimin neye göre eğiteceği ile ilgili tartışma 2400 yıldır sonuçlanmıyor, sadece her bir düşünürle gelişiyor ve şekilleniyor. Belki de benim gibi sayılar ve tek doğru cevaplar ile yetiştirilmiş bir mühendise siyaset felsefesinin bu denli değişik ve çekici gelmesinin en önemli sebebi bu olmuştur: yani hiçbir sorunun tek doğru cevabının olmaması.

Yüzyıllar önce yazılan kitapların bugünün sorularına cevap vermesinin mümkün olmadığı aşikâr;  zaten biz bugün düşünürleri yüzyıllar önce verdikleri cevaplar için değil, yüzyıllar önce sordukları sorular için okuyoruz. Solon ve Perikles'in kurduğu Atina Demokrasisinin geçici de olsa çöküşüne şahit olan Platon ve Aristoteles en iyi yönetimin Aristokratik Oligarşi olduğunu düşünüyordu. Bunun artık en azından medeni dünya için hiçbir geçerliliği yok, oysa hala Platon ve Aristoteles'i okumaya devam ediyoruz çünkü ilk defa onlar "neden yasalara ihtiyacımız var" ve "gerçek adalet nedir" sorularını sordular. Ya da bugün kölelik modern dünyada yok ama biz Aziz Augustinus'un köleliğin neden gerekli ve ahlaken doğru bir olgu olduğunu anlattığı metinlerini bugün hiçbir geçerliliği olmasa da hala okuyoruz. Çünkü her metni ve düşünürü tarihsel şartları içinde değerlendiriyor ve siyaset felsefesinin ya da dolaylı olarak kişi hak ve hürriyetlerinin gelişimini her adımıyla kesintisiz görmek ve anlamak istiyoruz. Bugün bizim için tartışılması bile gülünç olabilecek konuların, mesela kralların iktidarının ilahi olmaması gibi bir fikrin bundan 500 yıl önce dile getirilmesinin hayatlara mal olduğunu biliyoruz. Düşünürlerin kendi dönemlerinin tartışmasız doğru kabul edilen kurallarını sorguladıkları sorularını bugün hayranlıkla okuyoruz. Kendi çağımızla ilgili acaba bizim göremediklerimiz, kör noktalarımız neler diye düşünüyoruz. Herkesin üzerinde uzlaştığı doğruları (ki şüphesiz birçoğu yarının yanlışları olacak) sorgulamakla ilgili cesaret buluyoruz. Zira binlerce yıl önce yazılmış kitaplarla bugünün sosyal hayatını düzenlemek veya sorularına cevap aramak değil niyetimiz; öyle bir yöntem zaten var, adına din diyoruz ve haliyle kendisi konumuzun tamamen dışında.

İnsanoğlunun binlerce yıldır süren en doğru rejimi bulma serüveninde her şey birbiriyle iniltili ilerler ve taban tabana zıt görünen sistemlerin bile birbirleriyle olan bağlantılarını görmek insanı şaşırtır. Niccolo Machiavelli'nin Prens’le ortaçağ boyunca bin yıldır dinle şekillenen yönetim bilimine ilk defa yaptığı seküler ama içeriği itibarıyla yöneticiyi acımasızlaştıran ve insanların çoğunu kötü niyetli varsaydığı yorumunu, Thomas More'un herkesin melekler kadar iyi olduğu Ütopya’sının takip etmesi veya Thomas Hobbes'un Leviathan’ında kişi haklarını yok sayan monarşik devlet canavarını John Locke'un bir yüzyıl sonra Amerikan Anayasasının temelini oluşturacak kadar geniş bireysel özgürlükler üzerine kurduğu Hükümet Üzerine İkinci Risale’sinin takip etmesi bir tesadüf değildir, bilakis etki tepkidir. Her düşünür kendi yüzyılının gerekli sorularını sorar ve sonraki düşünüre üzerinde çalışıp kendi sorularını soracağı düşünsel ortamı hazırlar.


Thomas Hobbes, Leviathan, 1651 İlk Basım Kitap Kapağı /
Leviathan Eski Ahit'ten bir mitolojik canavarın ismidir, belli ki Thomas Hobbes
mutlak monarşiyi sembolize etmesi için en uygun seçimi yapmış.
 

Açıkçası siyaset felsefesi ile ilgilenmek pek tekin bir iş de değildir; çünkü insanoğlunun devlet ve rejimle ilgili düşüncelerinin tarihini okumaya başlayan kişinin, en temel soruların bile yüzlerce yıldır kesin bir şekilde cevaplanamıyor olması bir yana, her düşünce akımının içinde hem doğrular hem de yanlışlar olduğunu anlamasıyla, kendi inançlarını da sorgulaması kaçınılmaz olacaktır. Ve belki de en önemlisi, siyaset felsefesi okumaya başlayan kişi sadece iki yüz yıl önce üzerinde anlaşılan bazı doğruların bugünün yanlışları olduğunu ve bu yüzden bugün tüm kalbimizle inandığımız değerlerimizin iki yüzyıl sonra gülünç olabileceğinin ayırdına varacak, inanmanın ve doğruları bildiğini düşünmenin verdiği huzuru, kuşkuculuğun huzursuzluğu ile değiştirmek zorunda kalacaktır. Hâlbuki ne güzel ve güvenlidir kendimiz gibi milyonlarca insanla beraber doğru olduğundan şüphe duymadığımız bir şeye inanmak, bir cemiyete/partiye ait olmak, ümmetimiz ile hareket etmek, sloganlarla konuşup, marşlarla yürümek.

Kim bilir belki bir kaç yüzyıl sonra bildiğimiz anlamda ülkelerin ve dogmatik inançların olmadığı, dünya üzerindeki tüm özgür ve eşit insanları kucaklayan Evrensel Milletler Cemiyeti benzeri bir düzen olacak. Kişi hak ve hürriyetlerinin, düşünce özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin bugünün çok ötesinde olduğu, teknoloji sayesinde bilginin bugün tahayyül dahi edemediğimiz hızlarla paylaşıldığı, tüm dünya nüfusunun dinden, dilden ve milliyetten bağımsız aynı parlamentoda temsil edildiği ülkesiz bir dünya. Olur mu dersiniz? Bunu henüz hiçbirimiz bilmiyoruz. Yine de temkinli olmakta fayda var, herkes için kişi hak ve hürriyetlerinin genişletilmesinin dışında herhangi bir kavramı savunmadan önce iki kere düşünmeliyiz, hele hele savunduğunuz kavramın, fikrin içinde "ulu", "kutsal", "şanlı", "yüce" ve benzeri sıfatlar geçiyorsa iki de yetmez on defa düşünmeliyiz. Adına siyaset felsefesi dediğimiz yüzlerce yıllık bu macerada uzun vadede istikrarlı bir şekilde gözlemleyebileceğimiz tek eğilim bilginin daha ulaşılabilir olmasıyla beraber insanın gittikçe özgürleşmesidir.

28 Nisan 2014 Pazartesi

Sivil İtaatsizlik Tarihi


Yasalar adil olmadığında yine de uymak zorunda mıyız? Yoksa tam aksine, doğru olan adaletsiz yasalara uymamak mıdır? Peki ama devletin yaptığı yasaların adil olup olmadığına kim karar verebilir?... İnsanlık yüzyıllardır bu sorulara tam cevaplar verebilmiş değil; sivil itaatsizlik ise tam bu noktada, vatandaşların şiddet içermeyen eylemlerle adil olmadığına inandığı yasaları ihlal ederek değiştirmeye çalışması olarak ortaya çıkıyor. Sivil itaatsizlik konusunu ilk defa bir kitaba konu eden, isim babası diyebileceğimiz Amerikalı aktivist-yazar Henry David Thoreau, 1849 yılında yayınladığı "Hükümete direniş, sivil itaatsizlik" isimli kitabında özetle vatandaşların vicdanlarını devletin yaptığı yasaların önüne koymaları gerektiğini söylüyor.
Özünde yasa ihlali olması nedeniyle, sivil itaatsizlik muktedir tarafından her zaman anarşi, kaos ve suç ile bir tutulur, oysa sivil itaatsizlik düşünülenin aksine demokrasiye ve hukuk devletine aykırı bir eylem değil, tam aksine demokrasi ve sivil hakların kazanımı için en gerekli olgudur ve geçmişi de en az demokrasi kadar eskidir. Tarihte bilinen ilk sivil itaatsizlik eylemi, yani MÖ 507 Atina isyanı bugün bildiğimiz demokrasinin oluşmasını sağlamıştır, bu bağlamda demokrasi ve sivil itaatsizlik birbirinin vazgeçilmez parçalarıdır, biri olmazsa diğeri olmaz demek doğru olacaktır.
Gelelim tarihte bilinen ilk sivil itaatsizlik eylemine ve demokrasinin doğuşuna;
“iyi bir insan olmak ve iyi bir vatandaş
olmak her zaman aynı şey değildir”
Aristoteles
MÖ 6. yüzyılda Atina halkı yüzyıllar süren bir mücadele sonunda, Yunan filozof ve devlet adamı Solon'un önderliğinde bir meclis kurar. Her ne kadar son sözü oligarşik yönetim söylese de, halk bu mecliste önemli konularda oy kullanır ve yönetime katılır. MÖ 507 yılında tiran olmak isteyen Isagoras yönetime el koyar ve meclisi kapatır. Yönetime el konulup meclisin kapatıldığı günün akşamı halk ayaklanır ve yönetime el koyan Isagoras ve Spartalı paralı askerlerini üç gün süren bir isyan sonrasında şehrin ana meydanına sıkıştırır. Isagoras ve askerleri canlarını kurtarabilmek için çareyi kaçmakta bulur. Tiranı kovan halk ilk iş olarak reformist devlet adamı Kleistenes’i göreve getirir, meclisi tekrar açar, tüm vatandaşlara eşit oy hakkı verir ve bu sefer tüm karar yetkisini ise sadece meclise vererek tarihin bilinen ilk demokrasisini kurar. Tarih bu olaydan önce ve sonrasında olmak üzere binlerce isyanla doludur ama bu isyanı diğerlerinden ayıran ve bunu tarihin bilinen ilk sivil itaatsizlik eylemi yapan ise diğerlerinden faklı olarak arkasında bir liderin ve haliyle bir organizasyonun olmayışıdır. Atina'da halk meclislerinin kapatıldığı o günün gecesi sokağa kollektif bir öfkeyle çıkar, diktatör Isagoras’ı devirmeye çalışan isyancı bir liderin organizasyonu ve önderliğinde değil, herkes tek başına ve ne yapacağını bilmez bir şekilde, meclisin kapatılmasına olan öfkeyle sokağa çıkar ve şehrin ana meydanına gider. Meclislerini kapatan çiçeği burnunda tiranları Isagoras ve yandaşı Spartalı askerlere direnmeye başlarlar, ta ki devirip yerine kendi yönetimlerini kurana kadar. (MO 507 Atina isyanı detaylarını 09.04.2014 tarihinde yazdığım "Demokrasinin Doğuşu" isimli yazımda okuyabilirsiniz)
Amerikan Anayasası ve köleliğin kaldırılması
Amerikalı tarihçi yazar Howard Zinn, “sivil itaatsizlik demokrasiye karşı değildir, bilhassa demokrasinin en önemli parçasıdır” der.  Bugün dünyanın en özgürlükçü anayasası sayılan Amerikan anayasasının oluşum tarihine baktığımızda en temel insan haklarının sivil itaatsizlik eylemleriyle kazanıldığını görürüz. Amerikan’nın kuruluş hikayesi bile aslında ingiliz hükümetine karşı bir sivil itaatsizliktir eylemidir, 1773 yılında Boston limanında sömürgeci İngilizlerin aldığı haksız vergileri protesto etmek için çayları denize dökerek sömürgecilerinin yasalarına karşı çıkan Amerikalılar sadece Boston Tea Party hareketini değil sonrasında bağımsız bir ülkeyi kuracaklardı.
1850 Yılında Amerika'da düzenlenen "kaçak köle yasası" ("fugitive slave act"), Güney eyaletlerinden kaçıp Kuzey'e savunan köleleri Güney'deki sahiplerine iade etmeyi gerektiriyor ve kaçak kölelere yardım ve yataklık eden vatandaşlar ve görmezden gelen yetkililer ile ilgili sadece para değil aynı zamanda hapis cezası da öngörüyordu. Kuzey eyaletlerinde Güney'den kaçan köleleri yetkililere teslim etmeyen Amerikalılar da vicdanlarının sesini dinleyerek yasaları ihlal ediyorlardı, bu da temelde bireysel bir sivil itaatsizlik eylemidir. Birçok Amerikalı vatandaş, yazının başında ismi geçen Thoreau liderliğinde bu yasayı vicdanlarının sesini dinleyerek ihlal etmiş ve kaçan kölelere yardım edip, gerektiğinde evinde saklamıştır. Bu sivil itaatsizlik eylemi, köleliğin tamamen kaldırılması yolunda en önemli adım olmuştur.
Martin luther King Jr. ve sivil haklar


“Adil olmayan yasalara uymamak
ahlaki bir sorumluluktur”
Martin Luther King Jr. 
Amerika'da köleliğin kaldırılması Afrikalı Amerikalılar için sivil hakların kazanımı yolunda sadece ilk adımdır, bu uzun yolculuk takibeden yüzyılda Martin Luther King Jr. liderliğinde, şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemleri ile devam etmiş ve sonuca ulaşmıştır. Martin Luther King Jr. ayrımcılık yapan Montgomery otobüs işletmesini 13 ay süren bir boykottan sonra pes ettirip otobüslerde siyahlara uygulanan ayrımcılığı bitirir. Martin Luther King Jr. ve arkadaşları siyahların girmesi yasak olan parklara, kamusal alanlara ve restaurantlara girip, oturup polisin gelmesini bekler ve sonrasında direnmeden tutuklanırlar. Bu sayede yasağın adaletsizliğine dikkat çeker ve birer birer kaldırtırlar. Martin Luther King Jr. şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemlerinin ilhamını kendilerinden önce bu yolla koskoca İngiltereyi dize getiren Mahatma Gandhi’den alır.

Mahatma Gandhi ve Satyagraha (doğruda ısrar)
Gandhi Hindistanda Sömürgeci İngiliz hükümetinin ayrımcı politikalarını şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemleri ile protesto eder ve eşit haklar ve bağımsızlık konusunda kati bir başarı sağlar.  Satyagraha (“insistence on truth”) Gandhi’nin bulduğu bir kavramdır, ben ingilizceden türkçeye çevirisini “doğruda ısrar” olarak yapıyorum ama tam olarak anlamı bir kaç kelime ile ifade etmek güç. Gandhi bu yolla güç kullanan düşmalarını güç kullanmadan iyilik ve sakinlikle alt etmeyi, onları “iyi”ye dönüştürmeyi hedefliyordu. Satyagraha'nın ingilizce karşılığı olan “silent force” kavramını Martin Luther King Jr. Yıllar sonra o ünlü “I have a dream” konuşmasında kullanacaktır.

12 Mart 1930, Gandhi "tuz üretim" yasağını protesto için yürüyor
Türkiye’nin yakın tarihin ilk sivil itaatsizlik eylemi; 555K
5 Mayıs 1960 tarihinde Ankara Kızılay’da gerçekleşen Cumhuriyet tarihinin ilk sivil itaatsizlik eylemi “555K” adını 5. ayın 5. günü saat 5`te Kızılay'da gerçekleşmesinden alır. Baskıcı politikaları ile o sırada ülkeyi iyice geren Demokrat Parti’yi protesto etmek için üniversiteli gençler Kızılay’da toplanırlar ve tüm uyarılara rağmen dağılmaz ve polise direnirler.
Rivayet o ya, DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında bulur. o zamanlar öğrenci olan, CHP eski lideri Deniz Baykal, Menderes'in “Ne istiyorsunuz” sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp “Hürriyet istiyoruz” diye bağırır. Menderes ise o meşhur cevabı verir:
“Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?
555K eyleminden kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960 tarihinde cumhuriyet tarihinin ilk askeri müdahalesi gerçekleşti. 555K eyleminde o 5 Mayıs 1960 günü kendisi de eylemde olan Cemal Süreyya’nın 555K şiiri yıllar sonra ülkenin gelecekleri için direnen gençlerine miras kaldı....

biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa

sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız

bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz

ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”

Cemal Süreyya, 1960

Click here for English

9 Nisan 2014 Çarşamba

Demokrasinin Doğuşu

Bronz Çağı’nın sona ermesi ile, Milattan Önce 10. YY’da, Ege Denizi çevresindeki krallıklar yıkılır ve yerlerine anayasa temelli, kralların ya sembolik pozisyonları ya da çok az yetkilerinin olduğu anayasal monarşi ve oligarşi ile yönetilen Yunan şehir devletleri kurulur. Ağırlıklı olarak bir kaç soylu ailenin yönetimi bir anayasa çerçevesinde paylaştığı bu oligarşik aristokrasi yönetimi, savaş benzeri kriz durumlarında aileler arasındaki güç çatışmaları sebebiyle tıkanır. Kriz anlarındaki yönetim tıkanıklıklarını önlemek için Yunan şehir devletleri anayasalarına bu gibi durumlarda geçici bir süre için seçilen ve tüm yetkiyi, yasama, yürütme ve yargıyı tek elde tutan, "tiran" adında yöneticiler atarlar. Fakat, kolaylıkla tahmin edileceği üzere bir defa tüm gücü ele geçiren tiranlar kriz ya da savaşlar bittikten sonra bu yetkilerinden kendi istekleriyle vazgeçmez ve genellikle oligarşik yapı tarafından devrilene kadar gücü ellerinde tutarlar. Yunan şehir devletleri mutlak monarşilerden sonra birkaç yüzyıl bu iki yönetim şekli arasında sürekli olarak gidip gelirler; sıkıntılı zamanlarda başa geçen tiranlar ve monarşi ve sonrasında bunları yıkıp tekrar kendi aralarında bir güç paylaşımına giden soylu aileler ve oligarşi. Fakat tüm bu süreç boyunca Yunanlılar tiranlara dahi yetkilerini veren anayasalarını elde tutar ve adım adım geliştirirler.


Atina'nın Kurucu Kralı Theseus; yönetim gücünü ilahi kuvvetlerden alan bir yarı tanrı, yarı kral.
Minotaur fatihi Theseus, Charles-Édouard Chaise, 1791

Milattan önce 6. Yüzyıla gelindiğinde oligarşik sistem, şehirlerin ve ekonomilerinin büyümesi ile yönetimi paylaşan birkaç soylu aileden onlarca soylu aileye genişler. Milattan önce 590 yılında Atina şehir devletini her biri asil ailelerden sadece bir yıl için seçilen 9 adet "Arkon" adı verilen senatör yönetmekteydi. Kararlar asillerin katılımıyla genel kurul adı verilen mecliste alınıyordu. Her ne kadar geçen yüzyıllarda yönetim ilahi güçler ve sınırsız yetkiyle yöneten tek bir kral ve hanedanından, anayasa çerçevesinde yetkileri aralarında paylaşan ailelere dağılsa da halen bir halk iradesinden bahsetmek mümkün değildir. Tam bu yıllarda Atina büyük bir ekonomik kriz içerisine girer ve durma noktasına gelen ekonomi ve buna bağlı olarak  ortaya çıkan sosyal sıkıntıların halledilmesi için tarihe "7 Bilge"den biri olarak geçen büyük devlet adamı Solon asiller tarafından tiran olarak seçilir.


Solon heykeli,  Amerikan Kongresi Kütüphanesi,
Thomas Jefferson Binası.
Heykeltraş; Frederick Wellington Ruckstull.

Atina’yı ekonomik ve sosyal olarak çöküşün eşiğine getiren sistemin temelinde "borç köleliği" yatıyordu; Bir Atinalı için borç alabilmenin tek yolu kendisini ve ailesini borcun ödenememesi durumunda köle olarak teminat göstermekti. Ödenemeyen borçların sonucunda, binlerce Atinalı köle durumuna düşmüş, tarım azalmış ve kıtlık baş göstermişti. Solon cesur kararlar alır ve sadece borç köleliği sistemini kaldırmakla yetinmez, aynı zamanda halihazırdaki tüm borçları da iptal ederek tüm Atina için temiz bir sayfa açar. Zeytin ağacı ekimini ve ihracını desteklerken diğer tüm yiyeceklerin ihracını yasaklar. Atina kölelik ve borç yüzünden içine düştüğü buhrandan Solon’un cesur kararları sayesinde çıkarken, Solon bu halk desteğini fırsat bilerek reformlarını bir ileri adıma taşır ve  bugün bildiğimiz anlamda demokrasinin ilk tohumlarını atar; ilk olarak yönetimi paylaşan ailelerin sayısını aristokrat aile tanımını soyluluktan çıkartıp zenginliğe bağlayarak Atina’daki ticaretle zenginleşmiş ama soylu olmadıkları için yönetime katılamayan yüzlerce aileyi katarak genişletir. İkinci olarak ise, sıradan vatandaşların da yönetime katılabilmesi için genel kurul, yani meclisi tüm Atina vatandaşlarına açar. Her ne kadar hala ana yürütme ağırlıklı olarak artık tanımı zenginlik olan aristokraside de olsa, Atina halkı da artık mecliste oylamalara katılabilmekte ve vatandaşlardan oluşan kurullar önemli davalarda jüri görevi görebilmekteydi. Bu tarihte daha önce hiç benzeri görülmemiş bir katılım şeklidir. Ekonomik sorunları çözen, oligarşik yapıya zengin tüccar aileleri de katarak yönetimi çok daha geniş bir kitleye yayan ve akabinde meclisi de halka açarak kısıtlı da olsa tarihin bilinen ilk halk katılımını sağlayan reformlarını tamamlayan Solon, önceki tiranların aksine Atina halkına kurduğu sistemi 10 yıl boyunca koruyacaklarına söz verdirerek kendi isteğiyle tiranlıktan ayrılır ve yönetimi aristokratların ve halkın buluştuğu meclise bırakarak Atina’yı terk eder. Fakat ne üzücüdür ki, Solon’un kurduğu halk katılımı sağlayan sistem daha beş sene geçmeden rafa kaldırılır ve yine Solon’un kendi kuzeni Pesistratos tiranlığını ilan eder. Pesistratos tiran olmasına rağmen yönetimde olduğu 20 yıldaki yönetimi tarihçiler oldukça adil ve iyi olarak tanımlarlar, ta ki yerine oğulları Hippias ve Hipparkus tiran olana kadar. Kardeşi Hipparkus'un öldürülmesi ile iyice hırçınlaşan Hippias babası Pesistratos'un tam zıttıdır, tüm gücü elinde toplar ve gittikçe otokratikleşen bir yönetim kurar. Bu durum bugün demokrasinin babası olarak andığımız, Atina’lı asil bir ailenin üyesi olan Kleistenes Spartalılarla işbirliği yaparak Hippias’ı Atina’dan sürüp yönetime el koyana kadar sürer.

Harmodius ve Aristogeiton, zalim tiran Hipparkus'uşehir meydanında öldürerek tarihe tiran-kırıcılar (Tyrannicides) olarak geçen ve demokrasi kurulduktan sonra Atina'da şehrin meydanına Kleistenes tarafından heykeli dikilen iki kahraman Atinalı

Tarihin bilinen ilk sivil itaatsizlik eylemi, MO 507 Atina İsyanı
Kleistenes te aynı Solon gibi güçten çok reformlarla ilgilendiği için halkı tekrar yönetime katmak üzere uzun süredir kapalı olan meclisi açar ve buna tepki duyan aristokrat aileler Isagoras lideriğinde birleşirler. Milattan önce 507 yılında Isagoras Spartalıların desteği ile Kleistenes’e karşı darbe yapar ve Kleistenes’i Atina’dan uzaklaştırarak yönetimi ele geçirir. Isagoras meclisi kapatır ve tekrar tüm yönetim yetkisini az sayıdaki aristokrat aileye verir. Spartalı askerler ile yönetimi alan ve Kleistenes’i de sürgüne gönderen Isagoras ve aristokrat yönetim ekibini tarihe bir ilk olarak geçecek çok kötü bir sürpriz beklemektedir; meclisleri kapatılan Atina halkı öylesine öfkelenir ki, o gece sokağa çıkar ve isyan eder. Tarih binlerce isyanla doludur ama bu isyanı diğerlerinden ayıran ve tarihin ilk sivil itaatsizlik eylemi yapan bilinen hiç bir liderinin olmamasıdır, Atina halkı isyankar bir lider tarafından organize olmadan, tamamen kitlesel bir öfkeyle o gece sokağa çıkarak Spartalı askerleri şehrin ana meydanında sıkıştırır. Üç gün süren isyan sonucunda Spartalı askerler ve Isagoras canlarını kurtarmak için Atina’yı terk etmek zorunda kalırlar. Atinalılar tekrar meclislerini açar ve ilk iş olarak reformlarına devam etmesi için Kleistenes’i geri çağırarak yetkilendirirler. Bu olay sonrasında Kleistenes tarihte bilinen ilk "doğrudan demokrasi"yi tüm kuracak ve Atina halkının kendi kendini yönetmesini sağlayarak tarihe demokrasinin babası olarak geçecektir.
Demokrasinin doğuşu
Kleistenes tüm Atinalılara mecliste oy hakkı verir, zengin ya da fakir, soylu ya da halktan hiç farketmeksizin artık herkesin eşit oy hakkı vardır. Arkonlar artık sadece bir danışma kuruluna dönüşür, şehrin yönetimi ile ilgili tüm kararlarda meclis tek yetkilidir. Kleistenes tiranların tekrar ortaya çıkmaması için adına Ostraka (“ostracism”) denilen bir yöntem de icat eder; Atinalılar her yıl oylama ile belirledikleri bir kişiyi on yıllığına Atina dışına sürgüne gönderme hakkına sahiptir, bu yöntem sayesinde herhangi bir kişinin aşırı güçlenmesi durumunda (tüm malları korunarak ve geri geldiğinde iade edilmek üzere) Atina’dan uzaklaştırılması sağlanıyordu. Bu sistem aşırı kuvvetlenen kişileri sürgüne göndererek olası bir tiranlığın oluşmaması için adeta bir sigorta işlevi görüyordu.
Atinalıların en büyük rakibi ve komşuları Spartalılar, kendi şehir devletlerindeki düzeni aşırı bir eğitim-endoktrinasyon sistemi ve militer bir baskı politikası ile sağlıyorlardı. Atinalıların adına demokrasi dedikleri bu yeni icatlarının sonu fecaatle bitecek kısa süreli, naif bir heves olduğunu düşündüler ama yanıldılar. Sparta ilk fırsatta kaçmak için fırsat kollayan, baskı ile birarada tuttuğu militan vatandaşları ve agresif savaş politikaları ile ilerleyen yüzyıllarda yavaş yavaş yok olurken, Atina kendini devletin bir parçası olarak gören, sistemi sahiplenen, söz sahibi, özgür vatandaşları ve yarattıkları ticaret gücüyle kendi devrinin süper gücü haline geldi.
Kleistenes, Demokrasinin babası

22 Eylül 2013 Pazar

Kariye Kilisesi, Geç Bizans Mimarisi ve Paleologos Rönesansı'nın en güzel örneği

14. yüzyıl başında geçirdiği büyük restorasyon sonrasında halka açıldığında, Kariye Kilisesi'nin duvarlarındaki resimleri ilk defa gören Konstantinopolis halkı, yüzyıllardır alıştıkları derinlik duygusu olmayan, donuk ve fazlasıyla tanrısal ikonalar yerine gerçekçi, hümanist  ve en önemlisi derin bir perspektif duygusuyla adeta üç boyutlu resmedilmiş mozaikleri ve freskoları görünce çok şaşırmış olmalı. Sanat tarihçisi Otto Demus, Kariye Kilisesi'ni Bizans'ın ve alışılagelmiş Ortaçağ sanatının tüm kurallarının yıkıldığı yer olarak tanımlar. Birbirinden bağımsız ve neredeyse aynı anda, İtalyan ressam Giotto İtalya'da Arena (Scrovegni) Şapeli’nde ve bugün maalesef adını bilmediğimiz Bizanslı sanatçılar, Konstantinopolis Kariye Kilisesi'nde, Eski ve Yeni Ahit'in yüzyıllardır aynı donuk ve cansız şekilde resmedilen sahneleri ve yüzlerini bambaşka bir biçimde resmetmeye başlamıştı. Yaptıkları işin yüzyıllar sonra resmin Rönesans'ını başlatmak olduğunu bilseler herhalde onlar da en az yaptıkları sıradışı moziklari ve freskoları ilk defa gören halk kadar şaşırırlardı.



Kariye Kilisesi Tarihi Yarımada'da, Teodosius surlarının hemen içindedir. Antik Yunanca'da "kırsal alan, şehrin dışında kalan" anlamındaki Kariye (Chora) ismini ise bir zamanlar şehrin önceki sınırları olan Konstantin Surları'nın dışında olmasından alır. Eskiden bir çok yapıdan oluşan ve oldukça büyük bir manastır olan Kariye'den günümüze sadece kilise kısmı kalmıştır. İlk yapılış tarihi tartışmalı olmakla beraber 3. yüzyıl olduğu sanılmaktadır, o zamanki şehrin oldukça dışına yapılan yapı bir dini merkez olarak önemini 4. yüzyılda erken Hristiyanlık döneminde İznik'te Romalılar tarafından öldürülen Aziz Babylas'ın mezarının içine taşınması ile kazanır.

Giotto di Bondone - Scrovegni
Şapeli - 1306
İlk büyük yapısal genişlemeyi 6. yüzyılda İmparator Justinianus zamanında yaşayan manastır sonrasında birçok defalar yeniden yapılacak, onarılacak ve yeni yapılar eklenerek genişleyecektir. Mezarlık kısmı ilerleyen yüzyıllarda birçok patrik ve önemli azizi ağırlayacak olan manastır gittikçe önem kazanır. 11. Yüzyılda Sarayburnun'daki Büyük Saray'ın gözden düşüp yerine Manastır'ın tam yanındaki Blakernai Sarayı'nın kullanılmaya başlanması ile beraber dini törenlerde Aya Sofya'dan Kariye Kilisesi'ne kayar. 1204 -1261 yılları arasındaki Latin İstilası'nda Manastır maruz kaldığı yağma ve üstüne 1296 yılında meydana gelen depremle beraber tabiri caizse tam bir harabeye döner.
Tarihin en büyük şapkalı adamı, Methochites İsa'ya Kariye'yi takdim ediyor.
Bu mozaik hemen girişte ana kapı üstündedir.
Kariye'yi ayağa dönemin önemli ismi Theodore Methochites kaldırır. 1260 yılında İmparator Michael VII. Paleologos'un sarayının önemli isimlerinden George Metochites'in oğlu olarak İznik'de dünyaya gelen Methochites, Konstantinopolis'te iyi bir eğitim alır ve zamanla başbakanlığa (Mega Logothetes) yükseleceği İmparator II. Andronikos'un sarayında kendine danışman olarak yer bulur. Babası George Metochites gibi kendisi de Ortodoks ve Katolik Kiliselerinin birleşmesinin koyu bir taraftarıdır. Devlet adamlığının yanı sıra, yazar, filozof ve hatta bilimadamı da olan Metochites ölürken geriye şiirler, Aristocu ve Platoncu felsefe üzerine denemeler ve astronomi üzerine kitaplar bırakır. Yaşadığı devrin imparatordan sonra en zengin ve nüfuzlu şahsiyeti olan Methochites, her açıdan ilginç bir adamdır; başbakanlığa kadar yükselecek yönetim yeteneği ve azme sahip olan Methochites aynı zamanda felsefe denemeleri ve astronomi hesap tabloları yazan, hakkında söylenenlere göre gündüzleri devlet adamlığı geceleri bilim adamlığı yapan nevi şahsına münhasır bir şahsiyettir. O zamanlar çok revaçta olduğu üzere, aynı İtalyan Medici'ler gibi, Bizans'ın zengin aristokratları da servetlerinin bir kısmını sanat ve bilimi desteklemek için kullanır, çoğunlukla da  kilise yaptırır ve içinin resimlerini zamanın ünlü ressamlarına çizdirirdi. Bu bir çeşit günah çıkarma ve kazanılan gücün ve paranın bir kısmının halka geri ödenmesiydi. Yaptıran ister banker Medici'ler, ister başbakan Methochites olsun, yaptırılan ister cami, ister kilise olsun, demek ki hiçbir devirde çok para günahsız olmuyormuş... Neyse, konumuza geri dönelim, Methochites için rüzgar 1328 yılında imparator değişimiyle dönecek, yeni imparator kendine tehdit gördüğü Methochites'in tüm mal varlığına el koyup önce sürgüne gönderecek sonrasında ise bir keşiş olarak bir zamanlar kendi restore ettirdiği manastıra, yani Kariye'ye bir keşiş olarak dönmesine izin verecektir. Methochites hayatının son yılarında bir zamanlar gücü ve servetiyle yaptırdığı, duvarlarına sahip olduğu vizyonla resim sanatında bir devri kapatıp bir devri açacak kadar ilerici, görenleri hayretler içinde bırakan güzellikte mozaikler ile süslettiği manastırında hüzün ve melankoli içinde hayatının son yıllarını sıradan bir keşiş olarak geçirir ve 1332 yılında ölür. Mezarı Kilisenin içinde, cenaze şapelinde, Paracclesion kısmındadır.

Kariye'de her biri Eski ve Yeni Ahit'ten önemli sahneleri resmeden yirminin üstünde mozaik olmasına rağmen bu yazıda en beğendiğim ve sanatsal açıdan önemli bulduğum üç tanesini detaylı olarak anlatmaya çalışacağım:

Suriye valisi Cyrenius'un huzurunda nüfus sayımı ve vergi için kayıt olma


Bu mozik kilise narteksinin sol kısmında bulunur. Tüm yapının en güzel mozaiklerinden biridir. Yapan sanatçının arkadaki binalar ve ağaç ile yarattığı derinlik ve perspektif duygusu ve yüzlerdeki canlı ifadeler şaşırtıcı derecede güzeldir. Mozaiğin konusuna gelirsek; Roma İmparatoru Augustus vergi hesaplamaları için tüm Roma vilayetlerinde nüfus sayımı yapılmasını emreder, o devirde nüfus sayımlarında herkes doğduğu şehre giderek sayıldığı için Yahya'da eşi Meryem'i de alarak yaşadıkları şehir Nasıra'dan memleketi Beytüllahim'e gider. Mozaik, o zaman ki Suriye valisi Cyrenius'un huzurunda vergi için nüfusa kayıt olan Meryem ve hemen arkasında Yahya'yı gösterir. Mozaiğin sol tarafında Cyrenius arkasında bir Roma askeri ile altın bir tahtta oturmakta, orta tarafta iki nüfus ve vergi memuru kayıt işlemini yapmakta ve sağ tarafta ise Meryem ve Yahya sorulan sorulara yanıt vermektedir.

Paracclesion, cenaze şapelinde ki Anastesis (Mahşer günü) konulu fresko.





Paracclesion kısmının sonundaki yarı kubbededir ve beyazlar içindeki İsa'nın mahşer günü cehennemin kapılarını kırarak Adem ve Havva'yı mezarlarından çıkarıp diriltmesini anlatır.  Buradaki en ilginç detay freskonun sol tarafında ki kalabalığın önünde duran Abil'dir. Havva ve Adem'in çocukları Kabil, ilk doğan insan ve kıskançlıkla öldürdüğü öz kardeşi Abil ise ilk ölen insandır. Burada Abil elinde tuttuğu çoban asası ve arkasında duran azizler ile resmedilir, arkasına doğru bakar, öz kardeşi tarafından öldürülen Abil'in yüzündeki genç ve hüzünlü ifade etkileyicidir. Bu fresko 14. yüzyılın başında çizilirken Caravaggio ve Rembrandt'ın karanlık fonların önünde bizi resmin öznelerine ışık tutarak büyülemesine daha yüzyıllar vardı ama simsiyah gecenin ve yıldızların içine yerleştirilmiş bembeyaz giysileriyle İsa bakana daha ilk anda ben burdayım der.


Meryem'in anne ve babası Anne (Hannah) ve Joachim'in  (İmran) Meryem'in doğacağı müjdesine beraberce sevinmeleri


Bu mozaik Meryem'in hikayesinin anlatıldığı iç narteks kısmındadır. Çocukları olmayan Hannah ve İmran'a Meryem'in doğacağı müjdesi melekler tarafından verilir. Bu mozaikte beni etkileyen Hannah ve İmran'ın birbirlerine sarılışlarının doğallığı ve güzelliğidir; bu hem Ortodoks hem de Katolik kiliselerinde çokça resmedilen "Tanrıanasına (Meryem) gebe kalış" (the conception of the theotokos) isimli freskodur ve böylesine gerçekçi, yüzlerin öpüşürcesine birbirine yakın olduğunu bundan öncesinde, Ortaçağ'da pek görmeyiz.

Click here for English