10 Ekim 2014 Cuma

Siyaset Felsefesi ve Özgürlükler Üzerine

Keşke siyaset ile ilgili tartışmaları, ki herhalde tartışmaların büyük çoğunluğunu oluşturur, “bu konuda ben haklıyım çünkü Sokrat böyle diyor" veya "doğru olan şudur çünkü Marx böyle yazmış" diye çözümleyebilseydik. Ama yapamıyoruz. İyi ki de yapamıyoruz. Başlangıç noktasını Platon'un Devlet'i olarak alacak olursak, en doğru yönetimin hangisi olduğu, neyin bir hükümeti meşru kılacağı, yasaları kimin yapacağı ve belki de en önemlisi çocukları kimin neye göre eğiteceği ile ilgili tartışma 2400 yıldır sonuçlanmıyor, sadece her bir düşünürle gelişiyor ve şekilleniyor. Belki de benim gibi sayılar ve tek doğru cevaplar ile yetiştirilmiş bir mühendise siyaset felsefesinin bu denli değişik ve çekici gelmesinin en önemli sebebi bu olmuştur: yani hiçbir sorunun tek doğru cevabının olmaması.

Yüzyıllar önce yazılan kitapların bugünün sorularına cevap vermesinin mümkün olmadığı aşikâr;  zaten biz bugün düşünürleri yüzyıllar önce verdikleri cevaplar için değil, yüzyıllar önce sordukları sorular için okuyoruz. Solon ve Perikles'in kurduğu Atina Demokrasisinin geçici de olsa çöküşüne şahit olan Platon ve Aristoteles en iyi yönetimin Aristokratik Oligarşi olduğunu düşünüyordu. Bunun artık en azından medeni dünya için hiçbir geçerliliği yok, oysa hala Platon ve Aristoteles'i okumaya devam ediyoruz çünkü ilk defa onlar "neden yasalara ihtiyacımız var" ve "gerçek adalet nedir" sorularını sordular. Ya da bugün kölelik modern dünyada yok ama biz Aziz Augustinus'un köleliğin neden gerekli ve ahlaken doğru bir olgu olduğunu anlattığı metinlerini bugün hiçbir geçerliliği olmasa da hala okuyoruz. Çünkü her metni ve düşünürü tarihsel şartları içinde değerlendiriyor ve siyaset felsefesinin ya da dolaylı olarak kişi hak ve hürriyetlerinin gelişimini her adımıyla kesintisiz görmek ve anlamak istiyoruz. Bugün bizim için tartışılması bile gülünç olabilecek konuların, mesela kralların iktidarının ilahi olmaması gibi bir fikrin bundan 500 yıl önce dile getirilmesinin hayatlara mal olduğunu biliyoruz. Düşünürlerin kendi dönemlerinin tartışmasız doğru kabul edilen kurallarını sorguladıkları sorularını bugün hayranlıkla okuyoruz. Kendi çağımızla ilgili acaba bizim göremediklerimiz, kör noktalarımız neler diye düşünüyoruz. Herkesin üzerinde uzlaştığı doğruları (ki şüphesiz birçoğu yarının yanlışları olacak) sorgulamakla ilgili cesaret buluyoruz. Zira binlerce yıl önce yazılmış kitaplarla bugünün sosyal hayatını düzenlemek veya sorularına cevap aramak değil niyetimiz; öyle bir yöntem zaten var, adına din diyoruz ve haliyle kendisi konumuzun tamamen dışında.

İnsanoğlunun binlerce yıldır süren en doğru rejimi bulma serüveninde her şey birbiriyle iniltili ilerler ve taban tabana zıt görünen sistemlerin bile birbirleriyle olan bağlantılarını görmek insanı şaşırtır. Niccolo Machiavelli'nin Prens’le ortaçağ boyunca bin yıldır dinle şekillenen yönetim bilimine ilk defa yaptığı seküler ama içeriği itibarıyla yöneticiyi acımasızlaştıran ve insanların çoğunu kötü niyetli varsaydığı yorumunu, Thomas More'un herkesin melekler kadar iyi olduğu Ütopya’sının takip etmesi veya Thomas Hobbes'un Leviathan’ında kişi haklarını yok sayan monarşik devlet canavarını John Locke'un bir yüzyıl sonra Amerikan Anayasasının temelini oluşturacak kadar geniş bireysel özgürlükler üzerine kurduğu Hükümet Üzerine İkinci Risale’sinin takip etmesi bir tesadüf değildir, bilakis etki tepkidir. Her düşünür kendi yüzyılının gerekli sorularını sorar ve sonraki düşünüre üzerinde çalışıp kendi sorularını soracağı düşünsel ortamı hazırlar.


Thomas Hobbes, Leviathan, 1651 İlk Basım Kitap Kapağı /
Leviathan Eski Ahit'ten bir mitolojik canavarın ismidir, belli ki Thomas Hobbes
mutlak monarşiyi sembolize etmesi için en uygun seçimi yapmış.
 

Açıkçası siyaset felsefesi ile ilgilenmek pek tekin bir iş de değildir; çünkü insanoğlunun devlet ve rejimle ilgili düşüncelerinin tarihini okumaya başlayan kişinin, en temel soruların bile yüzlerce yıldır kesin bir şekilde cevaplanamıyor olması bir yana, her düşünce akımının içinde hem doğrular hem de yanlışlar olduğunu anlamasıyla, kendi inançlarını da sorgulaması kaçınılmaz olacaktır. Ve belki de en önemlisi, siyaset felsefesi okumaya başlayan kişi sadece iki yüz yıl önce üzerinde anlaşılan bazı doğruların bugünün yanlışları olduğunu ve bu yüzden bugün tüm kalbimizle inandığımız değerlerimizin iki yüzyıl sonra gülünç olabileceğinin ayırdına varacak, inanmanın ve doğruları bildiğini düşünmenin verdiği huzuru, kuşkuculuğun huzursuzluğu ile değiştirmek zorunda kalacaktır. Hâlbuki ne güzel ve güvenlidir kendimiz gibi milyonlarca insanla beraber doğru olduğundan şüphe duymadığımız bir şeye inanmak, bir cemiyete/partiye ait olmak, ümmetimiz ile hareket etmek, sloganlarla konuşup, marşlarla yürümek.

Kim bilir belki bir kaç yüzyıl sonra bildiğimiz anlamda ülkelerin ve dogmatik inançların olmadığı, dünya üzerindeki tüm özgür ve eşit insanları kucaklayan Evrensel Milletler Cemiyeti benzeri bir düzen olacak. Kişi hak ve hürriyetlerinin, düşünce özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin bugünün çok ötesinde olduğu, teknoloji sayesinde bilginin bugün tahayyül dahi edemediğimiz hızlarla paylaşıldığı, tüm dünya nüfusunun dinden, dilden ve milliyetten bağımsız aynı parlamentoda temsil edildiği ülkesiz bir dünya. Olur mu dersiniz? Bunu henüz hiçbirimiz bilmiyoruz. Yine de temkinli olmakta fayda var, herkes için kişi hak ve hürriyetlerinin genişletilmesinin dışında herhangi bir kavramı savunmadan önce iki kere düşünmeliyiz, hele hele savunduğunuz kavramın, fikrin içinde "ulu", "kutsal", "şanlı", "yüce" ve benzeri sıfatlar geçiyorsa iki de yetmez on defa düşünmeliyiz. Adına siyaset felsefesi dediğimiz yüzlerce yıllık bu macerada uzun vadede istikrarlı bir şekilde gözlemleyebileceğimiz tek eğilim bilginin daha ulaşılabilir olmasıyla beraber insanın gittikçe özgürleşmesidir.